Yaz aylarında yaptığım seyahatler ve çektiğim fotoğraflarla ilgili blog yazılarımı biraz gecikmeli de olsa yazmaya başlıyorum.
Bu yaz Kaş’a yaptığım seyahatler sırasında ziyaret ettiğim küçük ve sevimli Yunan adası Meis ve Xanthos ve Letoon antik şehirleri ilk yazacaklarım arasında. Ve tabii ki hemen ardından kalbimin kaldığı yer Montenegro ile ilgili bir yazı gelecek… 2017 bitmeden hepsini yazacağım.
Bugünkü yazım Meis notlarım:
Meis ya da diğer adlarıyla Megisti ve Kastellorizo, Kaş’ın 2 km kadar uzağında ufak ve sevimli mi sevimli bir Yunan adası. Megisti, adanın antik zamanlardan Orta Çağ’a kadar kullanılan adı. Megisti, en büyük anlamına geliyor 🙂 Meis, On İki Adalar’ın en küçüğü olmasına rağmen, etrafındaki adacıkların en büyüğü olduğu için böyle denmiş. Kastellorizo ise adanın İtalyan hakimiyetinde olduğu sırada verilen isim ve Kırmızı Kale (Castel Rosso) anlamına geliyor. Adını, tepedeki kızıl kayaların üzerine kurulan kaleden alıyor.
Meis’e Kaş’tan her gün feribot seferleri yapılıyor ve ister aynı gün dönecek gibi ister kalacak gibi gidebiliyorsunuz. Ben bu sene iki kez gittim Meis’e. Biri gündüz, diğeri de akşam saatlerinde…
Adaya ayak bastığınız anda laid-back ada atmosferi her yanınızı kaplıyor. Koy boyunca sıralanan rengarenk kayıklar ve birbirinden şirin cafe ve restoranlar tam fotoğraflık görüntüler oluşturuyor.
Önce liman boyunca yürüyüp her cafe ve restoranda oturmak ve keyif yapmak istiyor insan. Ama bizim gibi akşamüzeri dönecekseniz çok oyalanacak vakit olmuyor.
Sular yükselmeden Mavi Mağara’ya gitmek istiyoruz…
Mavi Mağara, Meis’in arka kısmında bir mağara, Yunanistan’ın en büyük mağarası olduğu söyleniyor. Girdiğiniz zaman içi çok geniş ve içindeki stalaktitler ve denizin yansımasıyla mağaranın içi masmavi. Ancak giriş kısmı biraz dar olduğu için sular yükselmeden girmek gerekiyor. Böylece ilk iş Meis’te herkesin tanıdığı Yorgo’nun motoruna atlayıp mağaraya gidiyoruz, mağaranın girişi tam motorun gireceği kadar. İçeride loş ışıkta çekebildiğim birkaç fotodan birini buraya ekliyorum.
Mağara dönüşü, adanın en güzel plajı olan St. George Beach Aya Yorgi’ye gidiyoruz. Burayı bir Türk Hanım işletiyor, adaya yerleşmiş. Zaten adaya ayak bastığınız anda sizi buluyor ve adada ne nerededir, hemen kısa bir rehberlik yapıyor.
Fotoğraflarımı takip edenler turkuaz ve mavi tonlarına olan sevgimi bilirler. Buradaki denizin turkuazına da aşık oldum, doyamadım diyebilirim…
Plajda biraz vakit geçirdikten sonra adadaki kale, cami, kilise, diğer tarihi yapılar ve ara sokakları gezmek ve güzel bir yemek yemek üzere adanın merkezine dönüyoruz. Biraz dolaştıktan sonra Alexandra’s Restaurant’ta şahane bir yemek yedik. Tadı damağımda kaldı.
Meis’in tepesine çıkan yüksek merdivenler var, birkaç yüz basamaklı ve dik, en tepede de bir manastır… Sıcakta bazılarımız cesaret edemedi, ama biz iki kişi orayı görmek istedik. Çünkü fotoğraf için muhteşem manzarası olduğunu her yerden okumuştum. Ama zamanımız kısıtlı olduğu için, taksi ile çıkalım, yürüyerek ineriz, diye bir organizasyon yaptık. Gelin görün ki adada bir tane taksi bulamadık 🙂 Herkes siestada… Biz de geri dönüp adanın küçük dar sokaklarında hayat nasıl akıyor biraz keşfe çıktık… Artık bir sonraki ziyaretime kaldı… Arkeoloji müzesi de bir sonraki ziyaretimi bekliyor…
Meis’e ikinci kez gidişimde akşamüzeri gittim, bu kez tüm vaktimi fotoğraf çekmeye ayırmak üzere… Adaya vardığımızda altın saatler başlamıştı. Güneşin yumuşak ışıkları akşam yemeği için hazırlanan restoranlara yumuşakça dokunup geçiyordu. Vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başladım, güneş dağın arkasında kaybolunca tüm adanın gölge olacağı belliydi.
Altın saatlerin yerini tatlı yumuşacık bir pembeliğin kapladığı kırmızı saatler aldı. Meis’in rengarenk evleri ve kayıklarıyla bu soft ışık ve renk, gözümün bayram edeceği şahane görüntüler oluşturuyordu.
Az daha limanın en sevimli üyesiyle uzunca süren bir karşılaşma yaşadığımı söylemeyi unutuyordum. Meis limanının caretta caretta’sı epeyce bir vakit suya daldı çıktı ve kamerama kaydedebilmem için poz verdi adeta.
Sonra mavi saatler başladı ve adanın yanan ışıklarıyla, yemek saatinin hareketlenmesi, her yerden yükselen Sirtaki müziğiyle çok tatlı bir atmosfer oluştu.
Biraz daha fotoğraf çektikten sonra kendimi yine Alexandra’s Restaurant’ta buldum. Güzel bir yemeğin ardından sahil boyunca yürüyüşe başladık. Cafelerde Sirtaki yapanları seyretmek çok keyifliydi. Bazılarını fotoğrafladım ama benim yüzümden seyredemeyenlerin uyarısıyla maalesef kameramı kaldırmak durumunda kaldım.
Meis gezilerimin ilkinde bir İtalyan fotoğraf sanatçısıyla da tanışma fırsatım oldu, hala analog fotoğraf çeken sanatçılardan. Meis’teki bir sonraki sergisini ziyaret etmeyi umuyorum.
Kısacık iki güne sığdırabildiğim Meis böyle işte…
Bir yanıt yazın